DEVECİ’NİN EKREM’E VERDİĞİ HAFİF İŞ
Toprağın buram buram hayat koktuğu; güneşin dağların ardından sıyrılarak, güler yüzü ile Zeleka’yı pırıl pırıl aydınlattığı; elma, erik ve kiraz ağaçlarının beyaz gelinlikleri ile Zeleka Vadisi’ni bir toplu düğün şölenine çevirdiği ilkbaharın bir salı günü Ekrem, bayrama gidecek bir çocuğun hevesiyle fırlar yatağından. Böyle güzel bir havada, Çaykara’nın haftasına gitmek, çevrede yapılacak en eğlenceli, en hoş şeydir, Çaykaralılar ve dolayısı ile Ekrem için. Yapılacak alışverişin öneminden mi? Yok canım, alâkası yok. Hava güzel; kızlı erkekli kırk pare köyden insanlar en güzel giysilerini giyecek, süslenip çarşıya inecekler de ondan. Yoksa alınacaklar, bir kilo şeker, yüz gramlık bir paket çay, bir kalıp Hacı Şakir sabunu, bir kutu kibrit, yarım kilo içyağı ve belki lüks olarak, bir adet beyaz “Çaykara Ekmeği”nden ibarettir.
Almanya’dan gelme “Wilkinson” jiletle sinekkaydı traşını itina ile yaptıktan sonra, ütüye ihtiyaç duymayan beyaz naylon gömleği üzerine, kendi deyimi ile, “Kız Marka” lâcivert İngiliz kumaşı elbisesini giyip, ateş kırmızısı kravatını takan Ekrem’in başı, İstanbul’u fethetmek üzere Topkapı Surları’na dayanan Fatih’inkinden daha dik ve azametlidir. Çaykara’nın girişinden itibaren çıkıştaki köprüye kadar yapacağı ilk seremonide, kendisine dönecek keskin bakışların gıdıklayıcı heyecanını şimdiden hissetmeye başlamıştır bile. İki gün öncesinden boyayıp cilâladığı zeytin siyahı gıcır gıcır ayakkabılarını da giyerek, bismillâh der, evden çıkar. Yolda, bulabildiği arkadaşlarını da çağırır orijinal çoban ıslığı ile. Eklenenlerle beraber birkaç kişi olurlar.
Köy çıkışında, “Deveci” lâkabı ile anılan Kaba Muhammet Efendi ölüm döşeğinde gün saymaktadır. Yaşıtlarının büyük bir çoğunluğu gibi, ilk gençlik yıllarında çırak olarak başladığı, daha sonra uzun yıllar ustalığını yaptığı “kalaycılık” ciğerlerini tüketmiş, amansız hastalığın eline düşürmüştür.
Ekrem ve yol arkadaşları, son günlerini yaşayan Deveci’ye uğramayı kararlaştırırlar. Ekrem, kız kardeşi Aslıhan (Teke) Kabaoğlu (1943-…)’nun kayınpederi olması hasebiyle, bir şeyin lazım olup olmadığını da soracaktır ev halkına.
Muhammet Efendi, 1903 yılında Kabaoğulların’dan Ahmet oğlu Yusuf ile Çiftçioğulları’ndan Ali Alan’ın halası Ayşe’nin ilk çocuğu olarak dünyaya gelir. Erken yaşta Mollaömeroğlu (Tuncer) Ömer ve Sakine’nin kızı Fatma Meryem (1902-1971) ile evlenir. Bu evlilikten Yusuf (1937-1996), Hatice (1939-….) ve halen, kışın Samsun’da, yazın köyde ikamet etmekte olan, emekli emniyet müdürü Mustafa (1943-…) dünyaya gelir.
Bafra’ya yerleşen amcasının, deve beslemesi ve Genç Muhammet’in bir süre amcasının yanında kalıp develerle ilgilenmesi dolayısıyla, kendisine “Deveci” lâkabı verilir Bafra dönüşü. Ve artık O, yaşamı boyunca bu lâkapla çağrılır ve anılır. Bundan hiç rahatsız olmaz kendisi. Zaten “rahatsız olmak” terimi onun lûgatında yoktur. Çocukluğunda, gençliğinde, ihtiyarlığında, kısaca hayatı boyunca işi, gülmek ve insanları güldürmektir.
Hastalığı ciddidir Deveci’nin. O zamanın ağrı kesicilerinin yetersizliği nedeniyle de ağır ağrılarla boğuşur durumdadır. Ziyaretçilerine iyi olduğunu ifade ediyor olsa da, dişlerini sıkıştırıp gıcırdatır ağrılarının etkisiyle.
Ekrem ve arkadaşları hasta odasında kalabalık bir Zelekalı topluluğu bulurlar. Selâm, merhabalaşma ve hastaya hal hatır sorulması faslından sonra, odanın dört bir yanına dizilen, sıkıştırılmış samandan mâmul arka yastıklarının önündeki minderlere ilişirler. Suskunluğu bozmak, biraz da hastanın aklını çelmek bahanesiyle,
“Gurbete gitmedin, ne zaman gidiyorsun?” diye sorulur Ekrem’e. O dönemlerde, 150 hanelik köyde boş ev yoktur. Nüfus 750 civarında olup, geçim gurbet yolu ile dışarıda kazanılan paralarla sağlanır. İlkbaharın mart nisan aylarından itibaren; kalaycılık, hızarcılık, duvarcılık, daha sonraları kalıpçılık gibi meslekleri icra etmek üzere ülkenin dört bir yanına dağılan genç ve orta yaşlı erkekler; ekim, kasım, aralık aylarında kazandıkları paralarla köye döner; biriken bakkal esnaf vs borçlarını öder, kalan paraları ile de gelecek gurbet mevsimine kadar geçinmeye çalışırlar. Ekserisi yeni mevsimde, yol harçlıklarını borç alarak tekrar gurbete gider. Ve bu kısır döngü, elden ayaktan kesilinceye, çocuklar yetişip nöbeti devralıncaya kadar devam eder.
Ekrem’de çoluk çocuk derdi olmadığından, gurbeti her zaman savsakladığı gibi, bu sefer de o yollu cevaplar sorulan soruyu.
“İş yok bu sene. Gidenler de boş bekliyor, cepten yiyorlar. Onun için gitmedim. Bakalım işler açılırsa, uşaklar haber verecek. O zaman giderim.”
Odaya girişinden itibaren, hısımına takılmak için fırsat kollayan Deveci,
“Sen bu sene gurbete gitme Ekrem. Ben sana iş buldum. Hem de hafif bir iş. Onu yaparsın” der, bıyık altından gülümseyerek, tüm ağrılarına rağmen.
Ekrem, Deveci’nin lâfında bir hinlik olduğundan emin bir şekilde kaşlarını çatarak,
“Nedir vereceğin iş? Sen canınla uğraşıyorsun bana ne iş vereceksin” diyerek, hiddetli bir şekilde ve merakla Deveciye döner. Deveci istifini bozmaz, sakin sakin devam eder:
“Görüyorsun, çok hastayım. Her tarafım ağrıyor. Elim, kolum, bacağım, her tarafım. Demesi ayıp, şeylerim de ağrıyor. Üstelik önümüz yaz, sıcaklar bunaltacak beni. Sen şeylerimi, incitmeden bir avucundan ötekine yuvarlayarak havalandıracaksın yaz boyu. Ücretini de bol bol veririm. Gurbete gitmene ne lüzum var.”
Ekrem iyice kızar Deveci’nin kalabalığın içinde yaptığı bu şakaya. Ayağa fırlar, avuç ayalarını yere dik ve bir birine bakar şekle getirerek, ellerini Deveci’ye fırlatıp,
“Ölüyorsun, hâlâ huyunu bırakmadın” diye bağırır, odayı terk eder. Deveci’nin gülüşleri ile üzerindeki yorgan tavana doğru havalanır iner. Odadaki kalabalık da ona uyarak, basar kahkahayı. Hastalık unutulur. Hüzün yok olur. Neşe içinde müsaade istenir, vedalaşılır Deveci’yle.
Ne var ki, şakacı da olsanız, neşeli de olsanız, ecele çare yoktur. Deveci bu olaydan kısa bir süre sonra, 07 Mart 1978 tarihinde, tatlı bir ilk bahar havası ile şakalarını da yanına alarak, Hak’kın rahmetine kavuşur.
Ahmet MUTLUOĞLU
Çamlıca- İstanbul, 20.02.2009
Kaynak:
Mustafa Kabaoğlu, Emekli Emniyet Müdürü, Muhammet Oğlu (1943-…)