ANLAMADIĞI DUAYA “AMİN” DİYENİN… (08)

TARIH:

 

ANLAMADIĞI DUAYA “AMİN” DİYENİN… (08)

 

İsmail Rendeci (1880-1968), Koca Dede ile aynı mahallede yaşar. Ondan birkaç yaş genç olmasına rağmen, hukukları, muhabbetleri iyidir. Bizim kuşağın da tanıdığı; uzun boylu, ak sakallı, başında abaniyesi, elinde bastonu, az konuşan, halim selim bir kişidir. Uzun hayatının gençlik dönemlerinde, yörede kiremit toprağı diye adlandırılan, killi topraktan, çeşitli ebatta, su ve soba bacası boruları imalatçısıdır. Bunun için gerekli, atölye, takım taklavat ve evinin altında fırını mevcuttur. Bu işin yapılamadığı, yağmurlu günlerde ve özellikle kışın, saat tamirciliğini ek iş olarak icra etmektedir. Köy şartlarında bağ ve bahçesinden elde ettikleri yanında herkes gibi beslediği sekiz on büyükbaş hayvanı da mevcuttur. Vücut yapısının ve organlarının, köy ortalamasının bayağı üzerinde telakki edilmesi dolayısıyla, bizim gençliğimize kadar uzanan bir zaman dilimi boyunca “İsmail Rendeci” ismi bir deyim de olur Zeleka’da. Nereden geldiğini söylemek istemeyenlerin, nereden geldikleri sorulunca “İsmail Rendeci’den”, veya gideceği yerin bilinmesini istemeyenlerin, nereye sorusunu “İsmail Rendeci’ye” şeklinde cevaplamaları; sunulan bir şeyi beğenmediğini îma veya ifâde edenlere, “beğenmediysen, İsmail Rendeci’ye gideceksin” şeklinde takılmaları bu deyimin kullanıldığı durumlardan bir kaçıdır.

 

Yirminci yüzyılın başlarında, İsmail’in komşusu Koca Dede (Tsubama İbrahim Efendi) yeni bir ev inşa etmeye karar verir. Ama arsa kayalıktır. Doğal afetlere karşı sağlam, ancak açması zor ve meşakkatlidir. Dede nasıl yapacağı konusunda fikrini alırken, İsmail: “Efendi, inşaatın arsasını ben açayım, ama ihtiyaç fazlası taşları da ben alayım” der. Memnuniyetle kabul eder İbrahim Efendi. İsmail aylarca küskü sallar, balyoz vurur arsayı açmak için. Arsa açılır, çıkan taşlardan, temel, ahır bağı ve şömine duvarları yapılır. Çevre düzenlemesi, avlu, harem duvarları tamamlandıktan sonra, kalan taşları, İsmail, bahçe duvarlarında kullanmak üzere, gerekli yerlere taşıtır. Bir yıl kadar süren bu iş ve işlemler sırasında İsmail, bir ihtiyacı için Koca Dede’den iki yüz lira ister ve alır. Dede parayı borç olarak vermiştir kendi hesabınca.

 

Gel zaman git zaman, inşaat tamamlanır. İsmail aldığı taşları kullanır. İnşaat şenlenir. Yaz güz geçer, kış dolanır. İsmail, Koca Dede’ye sık sık uğramaz olur. Adeta savuşur O’ndan. Hatta evin üstünden bile, bir nevi görünmeden kaytarmaya çalışır. Koca Dede, önceleri anlam veremez İsmail’in bu tutumuna. Kimseye de açmaz meseleyi. Ama bu durum, rahatsız eder, içten içe kemirmeye başlar İhtiyar’ı. Tam bu arada, İsmail’in başka bir ile hicret edeceği söylentileri dolaşmaya başlar köyde. İyice hiddetlenir Koca Dede. Çağırtır İsmail’i. Adeta celp eder ve sorar: “İsmail, duydum ki hicret ediyormuşsun ailece, doğru mu?” “Evet” der İsmail, “görüyorsun Efendi burada geçinmek zor. Çoluk çocuk, gece gündüz çalışıyoruz, yine de geçinemiyoruz. İzmir taraflarında bol arazi varmış, gidip oralara yerleşmeyi düşünüyorum, Allah izin verirse tabii.” Göz ucuyla İsmail’i çaktırmadan süzmekte olan Kurt İhtiyar, sakalını sıvazlayarak devam eder: “Borcunu ödeyeceksin tabii gitmeden, değil mi? Öyle ya, gidip de gelmemek var; gelip de bulmamak var.” İrkilerek Dede’ye dönen İsmail: “Ne borcu Efendi, hangi borçtan bahsediyorsun?” diye yanıtlar hayretimsi bir eda ile. “Hani iki yüz lira almıştın ya benden, unuttun mu İsmail, ondan bahsediyorum. Öyle unutulacak bir meblâğ da değil hani. Nasıl oldu da unuttun onu…” şeklinde etraflıca anlatırsa da Koca Dede İsmail’e laf anlatamaz. İsmail parayı açtığı arsanın işçiliği olarak aldığını, dolayısı ile kendisine borcunun bulunmadığını anlatır ısrarla İbrahim Efendi’ye ve biraz da hiddetle terk eder evini.

 

Bu durum günlerce rahatsız eder İbrahim Efendi’yi. Tamam kendisi için büyük bir para değildir iki yüz lira. İsmail de çok emek vermişti arsayı açmak için. Ama işin başında yapılan bir pazarlık vardı. Bu pazarlıkta para yoktu. Emeğe karşı taş verilecekti. Yani bir nevi emek-mal değişimi söz konusu idi. “Sözde durmamayı”, bir nevi, hile ve desise ile “zokaya getirilme”yi hazmedemiyor, içine sindiremiyordu. Çok rahatsızdı Koca Dede, çok! Ama anlaşılan İsmail de parayı vermemekte kararlıydı. Hem işi uzatırsa çevredekiler, “ne var yani, paran var, İsmail de çok çalıştı evin arsasında, almasan ne olur iki yüz lirayı” deyip, O’nu haksız bile çıkarabilirlerdi hani… Ama O yüzde yüz haklı olduğuna inanıyordu. Çünkü pazarlık yapmıştı. Ahitleşmişlerdi İsmail’le. Okuduğu tüm kitaplarda ve dahi kendi kitabında “ahde vefa” kuralı vazgeçilmez bir kuraldı… Sonunda işi “Adil-i Mutlak”a havale etmeye karar verir, O’na olan tam, yalın ve şaşmaz inancıyla… Planını da yapmıştır doğrusu…

 

Artık camiye, çarşıya vs. gitmek için, evinin üstünden geçmek zorunda olan İsmail’in yolunu gözlemektir yegane işi. Ve nihayet gün gelir çatar, İsmail görünür evin üstünde. Yan bakışla Koca Dede’yi avluda otururken görmesine rağmen, görmemiş gibi yaparak hızlı hızlı geçmeye çalışırken seslenir Koca Dede: “O, İsmail Efendi, selâmsız sabahsız nereye? Gel bir kahvemizi iç, hem epeydir görüşemiyoruz, bir iki lâf ederiz.” “Kusura bakma Efendi, görmedim seni, namaza yetişmek için acele ediyordum da, onun için aşağıya bakmayı akıl edemedim” diye yanıtlar, kendine göre kurnaz bir ustalıkla. “Gel namazı beraber kılarız, bir şey olmaz gel,” diye üsteleyince Dede, İsmail, çaresiz avluya yönelir, ev sahibi tarafından misafir odasına buyur edilir, çok nazikâne bir şekilde! Meyveler yenir, oradan-buradan lâf edilir, söylenir, gülünür, sohbet yıllar öncesinin zevkli sohbetlerine döner. Zevkten dört köşe İbrahim Efendi, hanımına iştiyakla seslenir. “Kodalı, yap bize birer iyi kahve. Şimdi içmeyeceğiz de ne zaman içeceğiz mübareği? Bundan daha iyi günümüz mü olacak?” Kahveler de içilir. Sonra İbrahim Efendi, kendi eliyle leğen ibrik getirir. “Al İsmail Efendi, abdestini al, namazımızı da kıldık mı tamamdır. Bundan iyi günümüz olmaz Allah’a şükür” diyerek havlu tutar İsmail’e abdest sonrası. Namazlıkları kendi eliyle serer, “haydi İsmail Efendi, ben imam sen müezzin, bitirelim şu işi” diyerek namaza dururlar. Tadil-i Erkân üzerinde ve huşu içinde namaz kılınır, selâm verilir, tespih çekilir ve Müezzin İsmail “Sübhane rabbiyel aliyyil a’lel vehhab (İhsanı bol olan yüce Rabbimi tenzih ederim)” deyince, İbrahim Efendi asılır, içten ve iştiyakla… İsmail’den olan tüm şikâyetlerini, yüksek sesle ve “Arapça” olarak Allah’a arz eder ve her seferinde Arapça olarak “Allah’ım ver belasını” dedikçe İsmail de aynı şevk ve heyecanla ve yüksek sesle “amin” diyerek inletir odayı. Nihayet biri avazı çıktığı kadar beddua etmekten, diğeri de, amin demekten yorgun düşünce, İbrahim Efendi “Lillahil fatiha” diyerek namazı bitirir, ayağa fırlar ve oturmasına fırsat tanımadan, “tamam İsmail, işin tamamdır; şimdi gidebilirsin” diyerek yol verir İsmail’e oda kapısından.

 

Ama bu da ne! Kodalı cıyak cıyak bağırmaya başlamıştı avazı çıktığı kadar: “Koş Koca Dede koş, İsmail’e bir şey oldu koş!”

 

Koca Dede hızla yerinden kalkar, dış kapıya koşar. Gördükleri çok muhteşemdir. İsmail’in çenesi eğrilmiş, neredeyse omzuna dayanmıştır. Sağ tarafına vuran felç, uzun boylu, vecahatli vücudunu bir çuval gibi kapının önüne yığar. İsmail, sağ ayağını dış kapının dışına uzatıp ayakkabısını giyerken, ağır şiddette bir felç darbesi yemiştir.

 

Koca Dede, İsmail’i, çenesi mağripte kendisi maşrikte görünce, vaziyeti anlamakta gecikmez. Bir taraftan, yüksek sesle ,”Allah’ım sen ne büyüksün, sana inanmayan ne zalimdir” diyerek geniş koridordaki, akşama ineklere içirmek için gündüzden çeşmeden taşınarak doldurulan kazanı kaptığı gibi İsmail’in kafasına boca eder; diğer taraftan da, uyanıp kendine gelen İsmail’in durumuna sözümona sevinerek “Ya Rabbi şükür, Ya Rabbi şükür, Ya Rabbi şükür. Sen ne büyüksün Allah’ım. Sen ne büyüksün. Sana sonsuz hamd-ü senalar olsun” diye söylenerek, suyun devamını ister. Üç dört kazan soğuk suyu İsmail’in kafasından aşağı döktükten sonra, toplanan kalabalığa, “tamam, şimdi kendine geldi. Çenesi, omzu, kolu yamulmuş ama zaten öyle çok doğru da değildi. Yamukluğu yeni değil O’nun. Neyse evine götürün, üstünü değiştirip yatırın. İki saat arayla da sabaha kadar, soğuk su ile yıkayın. Kalan yamukluğu da ben gider gelir doğrultmaya çalışırım. Ama tamamen doğrulacağını da sanmıyorum. Çünkü O’nda zaten biraz yamukluk vardı. O eskiden beri var olan, doğrulmaz” der ve odasına çekilir.

 

İsmail evine götürülür, Koca Dede’nin talimatları doğrultusunda tedavisine başlanır. Müteakip günlerde Koca Dede her gün gider gelir, tedavisi ile bizzat ilgilenir. Hatta Kur’an sureleri okuyarak psikolojik telkin ve tedavi de uygular İsmail’e. Her seferinde de en az on kere, yirmi kere, yüksek sesle “Ya Rabbi şükür, Ya Rabbi şükür” diyerek güya İsmail’in her gün daha iyi olduğunu vurgular gibi yapar. Oysa O, Allah’ın dileğini anında kabul etmesine şükretmektedir günlerdir.

 

Güçlü bünyesi sayesinde üç aydan sonra tekrar yürümeye başlar İsmail. Bir seneden sonra da bayağı iyileşir. Artık eski halini almasa da, camiye, namaza, çarşıya gidebilmektedir. Ancak, fiziki değişimi yanında, davranışında da bir değişiklik vardır İsmail’in. Artık, camide namazı kılar kılmaz, duayı beklemeden dışarı fırlamaktadır. Cemaat, önceleri, küçük abdeste sıkıştığını zanneder. Ama sonra görürler ki, dışarı çıkınca tuvalete gitmemekte, caminin önünde, enli kestane tahtalarından çakılı, tertemiz rendelenmiş, camla silinmiş oturaklarda oturup, cemaatin çıkmasını beklemekte, veya bazen doğruca evin yolunu tutmaktadır. Aylarca bu işe akıl erdiremez kimse. Bir birlerine sorar dururlarken sebebini, aralarından biri dayanamaz sorar: “Ya, İsmail Efendi, bu hastalığından sonra, hiçbir namazda duayı beklemedin. Her seferinde çarçabuk namazı kılıp terk ettin camii. Nedir bunun sebebi, merak ettik hepimiz, ne oldu sana?”

 

İsmail, bu soruyu duyar duymaz, hiddetle doğrulur, ayağa fırlar. Sağ elinin yumruğunu sıkar, havaya kaldırır. Ve yumruğunu, tâ ayağının dibindeki zemine doğru belli bir ahenkle indirirken, yüksek sesle: “Daha ne olacak! İki senedir çektiğimi ben bilirim. Bir daha anlamadığı duaya amin diyenin anasını s…m!” diye haykırır ve süratle evinin yolunu tutar, çoğu zaman yaptığı gibi.

 

İsmail’in sözü biter bitmez, İmam Karahasanoğlu (Kiki) Mehmet Efendi (1882-1962) dahil, katıla katıla gülmekten yerlere serilir cemaat. Ertesi gün, haberin köye yayılması ile kahkahalar, mahallelere, çevre köylere ve yankılana yankılana ta bizim kuşaklara kadar yayılır gelir.

Ahmet MUTLUOĞLU

Üsküdar, 01. 06. 2008

 

KAYNAKÇA:

 

  1. Süleyman Rendeci, Kasım Oğlu, (1930-…)
  2. İbrahim Atalay, Mehmet Oğlu, (1929-…)
  3. Salih Recep Karaoğlu, Mehmet Oğlu, (1932-…)
  4. Ali İlhan Atalay, İbrahim Oğlu, (1956-…)
  5. Yaşar Karaoğlu, Salih Recep Oğlu, (1963-…)
  6. Ali Rendeci, Süleyman Oğlu, (1969-…)

 

SOSYAL MEDYA'DA PAYLAS:

EN COK OKUNANLAR

Buna benzer icerikler
Related