KOCA DEDE’NİN BOĞASI (06)

TARIH:

 

(06) KOCA DEDE’NİN BOĞASI

Değerli okuyucular, fark edildiği üzere, bizim yazılarımızın teması “Zeleka” yani “Taşören Köyü”dür. Zaman zaman başka konulara dalsak da, ana temamız budur. Bu yolla, zaman tünelinden geçerken, Zeleka’da izi kalanların izlerini kâğıda dökmeye gayret ediyoruz. Bundan başka hiç bir gayret ve kaygımız yoktur, olamaz. Kim ne iz bıraktıysa o. Kimi çok iz bırakmış, kimiyse, suya sabuna dokunmadan, farkedilmeden, göçüp gitmiştir. Hepsine Allah gani gani rahmet eylesin. Ama biz ancak izine rastladığımızı kaleme alma imkânına sahibiz. Bir de, bizim izini fark edemediklerimiz de olabilir. Onlar hakkındaki bilgileri de sizlerden bekliyoruz. Alacağımız bu tür bilgileri değerlendirip, “Zeleka Kervanı”na kazandırmak, hepimizin, atalarımıza ve toprağımıza borcumuzdur. Yani uzun sözün kısası: Biz yazılı ve sözlü edebiyatımızı oluşturduğunu tespit edebildiğimiz şahsiyetlerimizden ve bize kadar ulaşan hikâyelerinden, masallarından, türkülerinden, şiirlerinden…bilgimizin müsaade ettiği ölçüde, bahsediyoruz, bahsedeceğiz. Bu bazen bir yazı, bazen de birkaç yazı şeklinde olabilir. Zira elimizde hangi malzeme varsa onu kullanmak durumundayız. Amacımız da “Zeleka”dan tarihe not düşmek, bizden sonra gelenlere bir şeyler bırakabilmekten başka bir şey değildir.

Bu bağlamda, keyifle okuyacağınızı umarak, bu yazımızda ve belki devamı bir kaç yazıda, Gavuşoğlu Tsubama İbrahim Efendi’yi ve “hiciv” türündeki hikâyelerini ele almaya çalışacağız.

KOCA DEDE

GAVUŞOĞLU TSUBAMA İBRAHİM (ARSLANTÜRK) EFENDİ

 Tsubama Mustafa oğlu, Koca Dede, Gavuş İbrahim Efendi (Arslantürk), 1870 yılında Zeleka (Taşören) Köyü’nde dünyaya geldi. Annesi aynı köyden, Mandoğulları’ndan (Şenoğlu) Zeynep Hanım’dır. İbrahim Efendi, rutin bir çocukluk ve ön gençlik eğitiminden sonra, Of’un Harvel (Kireçli) Köyü’nde, İdris Efendi’nin yanında, tahsilini tamamlar. Devrin geçerli usulleri ile, komşu köy Eğridere’den Kodaoğulları’ndan anlamında “Kodalı” namıyla tanınan, Koda Hamît ve Meryem’in Kızı Fatma Hanım (1870-1946) ile evlenir.

Devir, Osmanlı’nın gerileme ve çökme devridir. Büyük buhranların memleketi kasıp kavurduğu bir devirde, Genç İbrahim, kısa bir süre sonra kendini asker ocağında bulur. 14 yıl Yemen’de askerlik yapar. Bu zor yıllar, Genç İbrahim için, aynı zamanda fırsat vesilesi olur. Kitaplardan öğrendiği nazari Arapça’nın pratiğini yapar. Arapça’ya derinlemesine vakıf olur. Diğer taraftan, savaşlar ve salgın hastalıklar dolayısı ile ölümün kol gezdiği bu cehennemi şartlarda, keskin zekâsı ve kıvrak el becerisi sayesinde “sıhhıye sınıfı”na alınır. İlaç yapmayı. yaraları tedavi etmeyi, hatta harici ameliyatlar yapmayı öğrenir. Her gün onlarca yaralı askeri tedavi eden sağlık ekibinin içinde yetişir. Adeta uzmanlaşır “harici cerrahi”de. Hulasa, İbrahim, tıfıl bir delikanlı olarak ayrıldığı Zeleka’ya 14 sene sonra, mükemmel bir cerrah ve sözlü-yazılı Arapça’ya ileri düzeyde vakıf, olgun bir hoca efendi olarak döner. Artık 90 yıllık hayatının bundan sonraki bölümünü, onulmaz yaraların tabibi ve altından çıkılmaz soruların bilgesi, İbrahim Efendi olarak tamamlayacaktır.

İbrahim Efendi, Of”un İşkenaz (Kirazköy) Köyü’nde başladığı imamlık mesleğini, aynı ilçenin değişik köylerinde devam ettirir. Daha çok kazanmak için Çarşamba’ya kadar uzanır. Orada daha büyük köy ve merkezlerde imamlık yapar. Para biriktirir, sermaye edinir. Daha sonra, Çaykara’ya döner. Sobacı dükkânı ile ticarete atılır. Para kazandıkça işini büyütür, çeşitlendirir. Bir taraftan da çocukları Muhammet (1904-1983) ile İsmail (1910-1986) yetişmektedir. Yardımcı olurlar O’na. İbrahim Efendi artık para ve mevki sahibi bir esnaftır. Bir taraftan çocuklarının başında işlerini yürütürken, bir taraftan da hayır hasenat işlerine koşar. Çaykara’ya Şahinkaya Köyü’nden su indirilmesine öncülük eder. Zeleka’dan ve çevre köylerden evine, hastane gibi yaralı akını vardır. Hasta tedavilerini zevkle yapar, şakaları ile hastalara moral tedavisi de uygular. En önemlisi de, hastadan asla para almaz.

İbrahim Efendi’nin bir hasleti de okuma merakıdır. Maddi imkânlarının da yardımı ile bol bol kitap temin eder ve fırsat buldukça okur. Rus işgali esnasında Trabzon’dan hicret eden bir bilgenin kütüphanesini komple satın alır, motorlarla Of’a indirir, oradan da Köy’den topladığı imece vasıtası ile Zeleka’ya taşıtır. Böylece çok büyük bir kitaplığın sahibi olur. Hele bu olaydan yüz yıl sonra; yani günümüzde bile “Yurdum İnsanı”nın yüzde doksanının evinde, kitaplığın bulunmadığı dikkate alınırsa, İbrahim Efendi’nin ne derece aydın bir insan olduğu çok daha kolay anlaşılır. Arapça bilgisi de, O’na hem kolaylık sağlar hem de okuma arzusunu kamçılar. Gerek imamlığı sırasında ve gerekse sonrasında, İbrahim Efendi vazgeçilmez bir başvuru kaynağıdır çevresi için. Bunda bilgisi yanında olayları aktarma tarzının da büyük etkisi vardır. Zira İbrahim Efendi’nin bir özelliği de olayları çok ustaca hicvetmesiydi. Birisi O’na bir meseleyi sorduğu zaman, direkt cevap vermez; kitaplığından bir kitap çıkarır, ilgili bahsi bulur ve muhatabına, cevaben okuduktan sonra, kitabı yerine koyar. İkincisini alırken devam eder : Bak şimdi bu,  ötekinin anasını nasıl si. .ecek” der ve ikinci kitaptan, birincinin verdiği fetvanın tam zıttı başka bir fetvayı okur. Böylece, soru sahibinin, doğruya, mukayese yolu ile aklını kullanıp, kendisinin karar vermesine yardımcı olmaya çalışırdı.

İlerleyen yaşı, bilge davranışları ve kar beyazı sakalı ile köyün “Koca Dede”sidir artık. Yediden yetmişe O’nu herkes “Koca Dede” diye anar ve “Koca Dede” diye hitap eder O’na. O da bu sempatik unvanı sevmiştir, hoşuna gider. Genç ihtiyar çekinmeden uğrar Koca Dede’ye, mutlaka da kahvesini içer. Asla boş dönmek yoktur.

Koca Dede, doruğuna erdiği hayatının en mutlu yıllarında, bir gün aniden, hayatının yarısını alıp giden “Kodalı”sını kaybeder (1946). Dünyası yıkılır. Hayatı, gırgıra almaya çalışsa da, çok zorlanır; hatta Tanrı’ya sitemkâr hitaplarda bulunur şaka yollu.

O günlerde Mandoğları’nın “Gümüş” adlı sarı-beyaz alacalı, besili, bakımlı, kocaman bir köpeği vardır. Gümüş, köyün gülüdür. Herkes sever okşar O’nu. O da karnı tok, sırtı pek, keyfi yerinde, gezer, tozar, yatar uyur köyde. Günlerden bir gün, Gümüş’ü sıcak güneşte mutlu mutlu uzanıp güneşlenirken gören Koca Dede İbrahim Efendi; “Ey gidi Gümüş! Ne mutlu sana, Allah, senin sözünü dinlediğinin yarısı kadar benim sözümü de dinlese ben de mutlu olacağım, ama ne yazık ki dinlemiyor. ” diyerek bir taraftan mutsuzluğunu bir taraftan da, hayvanlara karşı yaklaşım ve sempatisini ifade eder.

Alaya alsa da, hicvetse de, Kodalı’dan sonra geçen 11 yıllık ızdırabın sonunda, 20 Temmuz 1957 tarihinde İbrahin Efendi Allah’ın Rahmeti’ne ve Kodalı’sına kavuşur.

İbrahim Efendi, köyümüzün en önde gelen hiciv hatiplerinden ve dolayısı ile sözlü edebiyatımızın baş aktörlerindendir. Bir nevi Zeleka’nın Nasrettin Hocası’dır. Şimdi bunlardan bir örnekle, Koca Dede’nin özel hayatına, merceğimizi yaklaştırmaya çalışalım. Tabii müsaade ettiği ölçüde. Ölçüsü var mı yok mu, o da anlaşılır birazdan…

İBRAHİM EFENDİ’NİN BOĞASI

Mevsimlerden yaz, aylardan haziran; milletin çoğu, ineklerini yaylaya götürmüştür. Otu bol olanlar, işlerini tamamlayamayanlar, havaların ısınmasını bekleyenler ise acele etmemektedir yaylaya çıkmak için. İbrahim Efendi’nin ineği ile çok sevdiği boğası da köydedir. Köydeki diğer boğalar yaylaya götürüldüğü için de köyde ihtiyaç duyan herkes ineğini İbrahim Efendi’nin boğasına getirmektedir.

İşte bu haziran ayının bereketli bir gününde onlarca inek İbrahim Efendi’nin boğasına getirilir gün boyu. Boğa akşama doğru, bölgede ağıl olarak adlandırılan, ahırın giriş kısmında, yığılır kalır. Yorgunluktan, doğru dürüst yiyip içemez bile. İstirahate çekilir.

Yatsı ezanı okunurken kapı çalınır. İbrahim Efendi, “Bakar mısın Kodalı, kim geldi.” diye seslenir hanımına. Fatma Nine ileri yaşı ve tâ ayaklarına kadar inen romatizmasının etkisi ile, Çeyerek (Aydın) Mustafa Usta’nın amatörce yaptığı küçük bebek beşiğini taklit edercesine, bir sağa bir sola sallana sallana kapıya doğru gider ve kapıyı açar. Kapı sesinden açıldığını anlayan İbrahim Efendi, tiz ve derinlerden gelen bir sesle oturduğu yerden bağırır:

“Kim geldi. Kodalı?”

” Kâtip geldi Efendi, Musaoğlu Kâtip” diyerek odaya geri gelir ve devam eder Fatma Nine, “ineği ile geldi, boğa yorgun dediysem de laf anlamıyor, illa da inekle boğayı bir araya getirelim, gerisini bana bırakın diyor, laf dinlemiyor.”

İbrahim Efendi bir “lâhavle” çeker derinden. Ellerini koltuğunun dirsekliklerine dayayıp, aldığı kuvvetle doğrulur, dış kapıya yönelirken yüksek sesle çıkışır:

“Laf anlasana Katip! Boğa helâk oldu. Adamda mecal kalmadı. İş görmek bir yana yemek bile yiyemedi zavallı. Sen şimdi git de yarın sabah gel. Dinlensin hayvan. O zaman iş kolaylaşır.”

İbrahim Efendi, ne derse, ne kadar anlatırsa nafile, Kâtip’i ikna edemez. Kâtip, illa, siz ineği boğa ile bir araya getirin, gerisine karışmayın diye ısrar eder. İbrahim Efendi çaresiz söylene söylene kabul eder Kâtip’in teklifini.

“Haydi Kodalı, inelim ağıla, bu laf anlamaz Kâtip’in maharetini görelim. Bakalım. cansız adamı nasıl canlandıracak. Hasbunellah…” diyerek ahıra yönelir. Ahır kapısı açılır. İnek ağıla gönderilir. Bir müddet boğanın etrafında döndüyse de yavuklusu, boğa hiç oralı olmaz. Dönmekten sonuç alamayınca sivri boynuzu ile gıdıklamayı dener Katip’inki. Gıdıklandığı için mi, yoksa canı acıdığı için mi bilinmez, boğa yerinden fırlar ve kaçmanın çarelerini aramaya başlar. Bunun üzerine Katip devreye girer:

“Sakin ol oğlum, sakin ol” diyerek boğayı okşar. Boğazını kaşıya kaşıya ineğe yaklaştırır.

Sonra iki boynuzunun arasını kaşır bir zaman ve iki boynuzu arasındaki kalabalık saçından tutar, haydi oğlum deyip boğayı ineğin üzerine doğru çeker. Daha demin birkaç vinç ile dahi yerinden kaldırılamayan boğa, Katip’ten aldığı komut, şevk ve ani bir refleksle arka ayakları üzerinde şaha kalkar ve günlerce inek görmemişçesine ileri atılır. Operasyon lâyıkıyla tamamlanmıştır tabii.

Katip, Efendi’ye dualar okuyarak, teşekkürlerini arz edip ayrılırken, İbrahim Efendi şaşkındır, hanımına döner:

“Allah Allah, Allah Allah! Nasıl oldu, bu Kâtip ne yaptı bu boğaya? Biraz önce yemek bile yiyemeyen, yorgunluktan gözünü açamayan hayvan, nasıl olur da beş dakika sonra iş görür. Hem de iyi iş gördü haaaa!. Öyle dönmesi, cayması da kabil değil. Allah Allah, Allah Allah!” diye söylene söylene, üst kata dönerler. Yatsı namazını kılar yatarlar.

Günler haftaları, haftalar ayları kovalar. Yaz, güz, kış geçer, bahar gelir yine. Toprak buram buram hayat kokan taze su buharı ile adeta ayaklanır. Kuşlar cıvıl cıvıl ötmeye, kuzular melemeye, arılar vızıldamaya başlar. Yine bir cümbüş, bir macera başlamıştır. İneği, davarı kalabalık olanlar, otu tüketenler, karın kalkmasını kollar. Hatta, karı kovalar adeta. Karın peşinden, hayvanlarını önce komlara, sonra da yaylaya çıkarır. Yine bir boğası, bir de ineği bulunan ve otu yeterli olan İbrahim Efendi, acele etmemektedir. Yaylaya çıkmak için, havaların ısınmasını beklemektedir. Yaz başlarında yaylalar çok soğuk olur. Yağmuru, boranı, fırtınısına zor katlanılır ileri yaşlarda. Bir de odun sorunu vardır yaylada. Orman bir saat uzaktadır. Hem adam ister, odunu kesmek, doğramak ve en önemlisi taşımak için. Velhasıl kelâm, haziran ayı gelmesine rağmen, yine hâlâ köydedir İbrahim Efendi. Havalar da bayağı ısınmış, sivri sinekler rahatsız etmeye başlamıştır.

Böyle sıcak bir akşam, sivri sinekler aman vermiyor, İbrahim Efendi bunalmış bir vaziyette, bir taraftan kaşınıyor, bir taraftan da, Karahasanoğlu Kiki Muhammet Efendi’nin her zamanki gibi  “ber” hecesini, şiddetle vurgulayarak “Ellah’u ekbeeer” diye okumaya başladığı yatsı ezanını dinlemektedir ki dış kapı çalınır. “Aman bu da kim” diye geçer içinden. Sıkkın sıkkın hanımına seslenir:

“Kodalııı, bak bakalım kim geldi.”

Fatma Nine, topallaya topallaya, oturma odasından kapıya yönelir. Kapıyı açar. Kucağında bir horom ot ve sağ elinde, peşindeki ineğinin bağı ile gelen Katip’tir yine. Geçen yılki ineği tam bir zamanlama ile doğurur. Hanımı gebe olduğu için, anne sütünden kesilen altı aylık çocuğu için, çok iyi olur. Şimdi de hayırlısı ile basılırsa, gelecek çocuğun da rızkı açılmış olacağı sevinci ile ineğini boğaya getirir.

İneği görünce Kâtip’in maruzatını anlayan Fatma Nine, sırtını kapıya döner, yüzünü İbrahim Efendi’nin koridor sonundaki odasına çevirir ve yüksek sesle:

“Kâtip geldi Efendi, geçen yılki ineğini boğaya getirdi yine, ne yapalım” diye biraz heyecanlı biraz da alaylı bir eda ile seslenir İbrahim Efendi’ye.

Kâtip, inek, bir de boğa kelimelerini bir arada duyan İbrahim Efendi’nin, gözleri kararır, kırmızı İkinci Mahmut Fesi’nin etrafına beyaz abaniyesinin sarılı olduğu sarığı, saçlarının diken diken diklenmesi ile başından düşer. Bu hırsla, makam koltuğunun yanında, duvara dayalı duran bastonunu kapar, büyük bir hışımla dış kapıya yönelir. Efendi’nin, sopayla üzerine yürümekte olduğunu gören Kâtip durumun vahametini anlamakta gecikmez. Elindeki ot horomunu ve ineğin bağını sağa sola fırlatır, avlunun taş basamaklı yolundan Kasım Rendeci’nin evine doğru kaçmaya başlar. Daha genç olduğu için, kendisinden daha hızlı koşan Katip’e yetişemeyeceğini anlayınca, bastonu olanca gücüyle fırlatıp bacaklarına yapıştıran İbrahim Efendi, bir taraftan da burnundan soluyarak avazı çıktığı kadar:

“Seni yaramaz adam! Geçen yıl olmaz dedim, üsteledin, olmaz dedim üsteledin. O gün bu gündür evimizde rahat yüzü görmedik. Kodalı başımda saç bırakmadı. Defol! İneğini de kendini de gözüm görmesin. Yoksa elimden bir kaza çıkacak, defol!” diye haykırır.

Ve olayın doyulmaz seyrine dalan komşuların dedikodusu, bu güzel hikâyenin günümüze kadar ulaşmasını ve uzun kış gecelerindeki sohbetlerimizde kahkahalarımızın arş-ı alâya çıkmasına vesile olur.

Ahmet MUTLUOĞLU

Üsküdar, 10. 05. 2008

 

KAYNAKÇA:

 

  1. Gelini, Fatma Arslantürk, Aziz Aslanoğlu Kızı (1924-…), Söyleşi, Nisan, 2008
  2. Torunu, Müfettiş Cevdet Arslantürk, (1948-…), Telefon Görüşmesi, Nisan, 2008
  3. Torunu, Foto Mehmet Zekâi Arslantürk, (1951-…), Telefon Görüşmesi, Nisan, 2008
  4. Torunu, Avukat M.Recep Arslantürk, (1955-…), Telefon Görüşmesi. Nisan, 2008

 

 

SOSYAL MEDYA'DA PAYLAS:

EN COK OKUNANLAR

Buna benzer icerikler
Related