Yunus MUTLU
Tarihçi, Arsin Halk Eğitim Merkezi Müdür Yardımcısı
1975 Çambaşı Mahallesi doğumlu, Osmangazi Üniversitesi Tarih bölümü mezunu. Yomra Fen Lisesi de dahil olmak üzere uzun yıllar Tarih öğretmenliği ve idarecilik yapmıştır. Halen Arsin Halk Eğitim Merkezi Müdür Yardımcısı olarak görev yapmaktadır. Aile ve eğitim sistemindeki yozlaşmanın toplumsal tezahürü isimli çalışmasını okuyucularının takdirine sunuyoruz.
AİLE VE EĞİTİM SİSTEMİNDEKİ YOZLAŞMANIN TOPLUMSAL TEZAHÜRÜ
Türk Dil Kurumu’nun 2024 yılı için belirlediği aday kelimelerden birisi de “yozlaşmak”tır. Türk Dil Kurumu’nun bu çalışmasından mülhem Türk toplumsal yapısında gözlemlediğim ve toplum olarak da serzenişte bulunduğumuz gerek yaşam biçimi gerekse ahlaki manadaki dejenerasyona değinmenin uygun olacağını düşünerek bu çalışmayı kaleme aldım. Konu çok geniş ve kapsamlı olduğundan tüm yaşam alanlarına bu yazı formunda değinmek mümkün olmayacaktır. Bundan dolayı bu yazıda başta aile ve eğitimde gerçekleşen yozlaşma ile bunun nedenleri ve çıkış yollarına yer verilmiştir. Bir toplumu maddi ve manevi manada inşa etmenin temelinde aile terbiyesi ile eğitim sisteminin işleyişi yer alır. Dolayısıyla bir toplumda meydana gelen ahlaki düzen ve ahlaki bozulma da buralardan başlayacaktır. Bu durum insanların gündelik yaşamıyla kamu düzeninin işleyişine varıncaya kadar birçok alanda tezahür eder.
İçerisinde bulunduğumuz 21. yy., değişim ve dönüşümün en hızlı gerçekleştiği tarihi safhaları mündemiçtir. Değişim eğer ilerlemeyi ihtiva ediyorsa buna olgunlaşma, tekâmül; geriye doğru getiriyorsa buna da tedenni, tereddi denilir. İnsanoğlu evveliyatından itibaren maddi ve manevi manada önemli birtakım badireleri atlatarak bir birikim sonucunda bu günlere vasıl olmuştur. Bugünkü modernitenin kökeninde yer alan Avrupa, yüzyıllardır içerisinde bulunduğu çatışmaları, evrensel insan haklarını yasalaştırarak hem ulusal hem de uluslararası hukuk sistemini meydana getirip, kendi içerisindeki dengeleri vücuda getirdi. Türk İslam medeniyetlerinde ise devlet ve toplum işleyişi, Şer’i ve örfi hukuk esaslarına göre belirlemekteydi. Türk-İslam medeniyetinin zirvede olduğu dönemler hukukun, ahlaki ilkelerin ve adaletin en ideal biçimde uygulandığı ve yaşandığı dönemler olmuştu. Tüm idealize edilmiş sistemlere rağmen tarihin değişik dönemlerinde her toplumda birtakım bozulma ve “yozlaşmaların” yaşandığı malumdur. Bu dönemlere baktığımızda aileden, eğitim sistemine, toplumsal işleyişten devletin otoritesine varıncaya kadar birçok alandaki yozlaşmanın birbirini etkilediği görülür. Bazı dönemlerde bu bozulmalar öyle bir hale geldi ki devletin adeta kendisi olan devlet adamları bile çaresiz kaldı. Örneğin Osmanlı padişahı III. Mustafa’nın aşağıdaki şiirinde dile getirdiği gibi: “Yıḳılupdur bu cihân ṣanma ki bizde düzele, Devleti çarḫ-ı denî virdi ḳamu mübteẕele, Şimdi ebvâb-ı saʽâdetde gezen hep ḫaẕele, İşimüz ḳaldı hemân merḥamet-i Lem-yezel’e” (Bu dünya yıkılıp gitmektedir, bizim zamanımızda düzeleceğini zannetme. Bir de alçak felek devleti büsbütün aşağılık kimselerin eline verdi. Nitekim şimdi saadet kapılarında (devlette) bulunanlar bozguncu ve soysuz kişiler. Artık işimiz Allah’ın merhametine kaldı).
Yozlaşmak, “Kişi, toplum vb. özündeki iyi niteliklerini, değer yargılarını, birtakım dış etkenlerle yitirerek bozulmak, kötüye gitmek; dejenereleşmek, dejenere olmak, tereddi etmek” manasına gelir. Yozlaşmak kavramının manasından hareketle bunun kişisel ve toplumsal olarak ahlaki yaşamdaki “değer” kayıpları olduğunu söylemek mümkündür. Tarihte devir açıp kapatacak düzeyde birçok büyük gelişme ile daha mikro düzeydeki olaylara bakıldığında bunların ahlaki yozlaşmayla ilişkilendirildiği görülür. Örneğin Cermen kavimlerinin Avrupa’yı istila etmeleri, Atilla’nın Orta Avrupa’da otorite sağlaması, Osmanlıların Avrupa’da ilerlemesi, 14. yy. Avrupa’sında yaşanan veba salgınları gibi birçok olay Avrupalıların dinlerinden uzaklaşarak, yozlaşmalarına bağlanmıştı. Başka bir ifadeyle gerçekleşen istila ve salgınların insanlara, Allah’ın bir gazabı olarak müptela edildiğine inanılmıştı. Bu meyanda Atilla ile Kanuni Sultan Süleyman, Hristiyanlar için “Tanrının kırbacı” olarak tanımlanmıştı. 1. Dünya savaşının tüm insanlığa getirdiği cefa da insanların yaşamlarındaki “su-i istimalata”, dejenerasyona isnat edildi. Avrupa’da bir kesim insan oturduğu yerden, bankalar vasıtasıyla milyonlar kazanırken, çoğu insan amele olarak gün ve gecelerini maden ocaklarında çalışıp ancak karnını doyurabilmekteydi. Bu durum sermayedarlara karşı yükselen kin duygularını kamçılayarak Avrupa’daki toplumsal barışı tehdit etmişti. Avrupa’nın bu ölçüsüz yükselişi kendilerinde müthiş bir “gurur” ve beraberinde bu topraklarda “ceberut”luğu ortaya çıkarmıştı. Yine milletini sevmek onu yüceltmek; birleşmek, gelişmek demek olan milliyetçilik, gerçek anlamından saparak ayrıştırıcı, ötekileştirici gibi menfi bir anlayışa dönüşerek düşmanlıkların körüklenmesine sebep olmuştu. Birçok Osmanlı mütefekkiri ise 1. Cihan Harbi’ni İslami bakış açısına göre değerlendirerek sebeplerini ahlaki yozlaşmaya bağlamıştı. Örneğin Osmanlı toplumunun son dönemlerde oruçtan uzaklaşması, zekâtını vermemesi gibi dini duyarsızlığa yönelmesinden dolayı insanların açlık, yoksulluk, sürekli talim gibi sair musibetlere muhatap olduklarını ifade etmekteydiler. Kutsal kitaplarda özellikle Kur’an’ı Kerim’de de bilgi, medeniyet ve zenginlik olarak oldukça ilerlemiş, gelişmiş olan birçok topluluğun, kitabi ve ahlaki değerlerden uzaklaşmasından yani yozlaşmasından dolayı birtakım afet ve felaketlere maruz kaldıkları geçmektedir7. Bu örnekleri çoğalmak mümkün olmakla, örneklerle tarih boyunca yozlaşmanın her toplumun kendi değer yargıları içerisinde yaşandığını ve bunun sebeplerinin de bazı kesimlerce birtakım nedenlere bağlanarak açıklandığını nazar-ı dikkate sunmuş olalım. Ayrıca tarihte cereyan eden her olayın mutlak manada kendisine has özel ve somut nedenleri olmakla beraber insanlar bunların sebep ve sonuçlarını kendi bakış açılarına göre değerlendirmişlerdir. Bugün de dahil olmak üzere dünyanın bir çok bölgesinde meydana gelen afet ve felaketler genel itibariyle ahlaki sorunlarla ilişkilendirilmiştir. İnsanların din ayırımı olmaksızın üstesinden gelemedikleri olayların sonuçlarını genellikle dini referanslara bağlayarak açıkladıkları dikkatlerden kaçmamaktadır.
Bizlerin de bir ferdi olduğumuz günümüz Türk toplumunun ekonomik hayattan toplumsal yaşama, eğitime, iş ahlakına, ailevi ilişkilere varıncaya kadar birtakım değişikliklere duçar olduğunu, yozlaşmanın yaşandığını gözlemlemek mümkündür. Günlük yaşamda birçok kişi toplumdaki bu yozlaşmayı “zamana” bağlayarak, “ne yapalım zaman böyle” diyerek, inhilal ve bozulma, zamana ihale edilir. Halbuki yozlaşmanın ana nedeni zaman tünelindeki insanın yozlaşmasıyla ilgilidir. İnsanların ilkeli, prensipli bir yaşam felsefesi oluşturulup, oturtamadıklarından kaynaklanmaktadır. Bu prensipler dini referanslara dayandırılabileceği gibi insan fıtratına uygun ahlaki yasalara da bağlanabilir. Sosyal bir varlık olarak insan, diğer insanların maddi ve manevi gereklerine ihtiyaç duyar. Dolayısıyla diğer insanlardan bağımsız yaşamayacağına göre belirlenecek olan ilkelerin ortak birtakım değer yargılarına dayalı olması gerekir. Bu ilkelerin yazısız olanlarına “norm”, yazılı olanlarına “hukuk kuralları” denilir. Bir de bunların haricinde herkesin kendi has dairesinde, dünya görüşüne göre değer atfettikleri ahlaki yaşam biçimleri ya da inanç sistemleri vardır. Dolayısıyla zamana bağlı olarak değişen hükümler olabileceği gibi zamandan bağımsız olarak değişmeyecek yasalar da olabilmektedir. Bu meyanda değişen ilkelerin insanların yaşamını kolaylaştıran, ahlaki ve toplumsal işleyişi bozmayan, zamana uyumlu ve ana ilkelerle çatışmayan içerikte olması gerekmektedir. Bu çerçevede yozlaşmanın da gelişmenin de merkezinde insan yer almaktadır. Bu kapsamda yozlaşmanın temel nedenleri, insanların aktörü olduğu tüm yaşam alanlarında karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, geleneksel aile eğitimi ile formal eğitim sisteminin eski işlevini yitirmesi, ekonomik gelişmeye paralel olarak insan hakkı ve medeniyet algısının gelişmemesi, nemelazımcılık, ahlaki değerlerin yozlaşması, toplumsal norm ve hukuk algısının işlevsizleşmesi, bireyselleşme, dijital mecranın amacına uygun kullanılmaması, geçim sıkıntısının hayatın merkezine yerleştirilmesi (kapitalleşme), çevresel faktörler, doğru kavramının kişiden kişiye değişmesi şeklinde açıklanabilir. Şimdi bu etkenlerden aile yapısı ile eğitim sistemindeki dejenerasyona ve bunların çıkış nedenlerine değinelim.
Geleneksel büyük aile yapısı büyük baba, büyük anne ile çocuk ve torunlarının aynı çatı altında yaşadıkları aile ortamını ifade eder. Bu yapı çoklu bir yaşam ortamı olduğundan aile bireyleri arasındaki ilişkiler seviyeli birtakım kurallara göre düzenlemiş olmaktaydı8. Aile büyüklerinin kendileri, çocukları ve torunları; çocuklarının kendileri ve onların çocuklarıyla, gelinler arasındaki münasebetler yazılı olmayan bir sistematiğe bağlanmıştı. Bu döngünün kuralları yaparak ve yaşayarak tatbik edilmekteydi. Başka bir yönüyle bu hiyerarşik yapı bir otokontrol sistemini de beraberinde getirmekteydi. Aile büyüklerinin yaşamdan elde ettikleri tecrübe ve disiplin anlayışı çocuklarına ve torunlarına tevarüs ederek aktarılmaktaydı. Bu yaşam biçiminin gereği ve bunların uygulanış biçimi aileden aileye değişebilirdi. Kendi içerisinde çok otoriter olabilen bu sistem doğrudan ya da dolaylı olarak umumi toplumsal düzene de bir katkı sağlamış olmaktaydı. Bu aile ortamında dünyaya gelen çocuklar henüz hayat tecrübesini tam olarak içselleştirmemiş kendi anne baba terbiyesine göre değil de daha çok dede ve babaanne öğretisine göre almaktaydılar. Bu durum çocukların erken yaşlarda olgunlaşmalarına katkı sağlayan faktörlerden birisiydi.
Günümüz çekirdek aile yapısının temelini oluşturan anne babaların birçoğunun eğitim seviyeleri belli bir düzeyde olsa da hayat tecrübesi ve çocuk terbiyesi konusunda eksikleri bulunabilmektedir. Gerçi birçok kişi bunu kendisinde bir eksiklik olarak görmez. Kitabi birçok bilginin hayat tecrübesinin ürünü olduğu gerçeğinden hareketle bazı ayrıntılar göz ardı edilebilmektedir. Örneğin birçok anne/baba kendisinin yapamadığı, yaşayamadığı, birçok durumu herhangi bir kritere tabi tutmadan çocukları üzerinden yaşamak ister. Hâlbuki evveliyatında kendisine yaşaması ya da yaşamaması olarak dayatılan yaşam biçimi bir tecrübenin ürünüydü. Yaşantının, denetiminin, kontrolünün, öngörüsünün, risklerinin olduğunun neticesiydi. Bugün ise teslimiyetçi duygularla hareket eden birçok anne baba, çocuklarına sağladıkları sınırsız özgürlük ve kendilerine duydukları kontrolsüz güven sonucu çocukları üzerindeki söz yetisini yetirebilmektedirler. Belli bir döneme kadar kendilerinin çocuklarına sundukları; belli bir dönemden sonra ise çocuklarının kendilerine dayattıkları istekler kimin çocuk kimin anne baba olduğu konusunda tereddütler ortaya çıkarmaktadır. Çocukların sınırsız isteklerinin, anne babaları tarafından karşılıksız ve koşulsuz kabul edilmesi; sorumluluk almadan, bedel ödemeden “elde edebilmenin” bir yaşam felsefesi haline getirilmesine sebep olmuştur. Bu anlayış neticesinde neslin kendi öz bilincine varması hayatlarındaki diğer maddi ve manevi kayıplarla beraber otuzlu, kırklı yaşlara kadar uzamış olmaktadır. Başka bir ifadeyle eskilerin on yedi, on sekizli yaşlarda elde ettikleri hayat tecrübesini çok daha geç yaşlara aktarmak durumunda kalmaktadırlar. Bu şartlar, üretmeyen, hazıra alışan, beşerî tüm hazları çok kısa sürelerde yaşayan, hayata dair hedef ve heyecanı olmayan bireylerin topluma egemen olmalarına zemin oluşturmuş olmaktadır. Tüm meşru hazların sermayesini gayri meşru bir şekilde tüketen gençlik, kendisini tatmin edebilecek diğer gayri meşru hazların peşine düşerek anne babaların feryadı haline gelmektedir. Bu meyanda tüm hukuksuzluk ve gayri meşru ilişkileri özgürlük diye yaşayan insanların ne iş hayatlarında ne de ailevi yaşamlarında bir istikrar olmayacaktır. Bu çerçevede her istediğini yapma özgürlüğüne sahip olduğunu sanan ve çocuklarını buna göre yetiştiren “narsist” bir insan tipi ortaya çıkmaktadır. Aslında bu tip insanlar bir şeylere “hakim” olmaktan ziyade onlara “mahküm” duruma düşmektedirler. Bu anlamda gerçekte okumayan, düşünmeyen ancak toplumda hasbelkader elde ettiği maddi konumu itibariyle, tüm ahlaki kavramları kendince satın aldığını sanan onları kendisine göre anlamlandıran insanlar ortaya çıkmaktadır. Bu durum toplumsal ahlak algısında çıkmazlara sebep olup, toplumsal uzlaşının temellerine dinamit yerleştirilmesi demektir. Bu anlayışa göre yetişen çocuklar ise okulda, sokakta, toplumsal yaşamın diğer safhalarında bu yaşam felsefesinin icaplarına göre hareket edeceklerdir. Başka bir ifadeyle bu terbiyeyle yetişen çocuklar okulda öğretmenine, arkadaşlarına; sokakta insanlara, trafikte diğer sürücülere; icabında kolluk kuvvetlerine, yargıya vb. bu yaşam biçiminin ayrıcalığını; hukuku, ahlakı hiçe sayarak dayatmaya çalışacaklardır.
Geleneksel aile yapısı bir özlemden ziyade bir tespit durumudur. Kitabi olmayan ancak yerine göre kitabi olandan daha keskin olan bu yaşam standartlar,ı toplumsal alt yapının bir nevi anayasasını meydana getirmekteydi. Burada bir nevi usta çırak ilişkisi içerisinde yaparak ve yaşayarak gelişen yaşam felsefesi mahalleyi, beldeyi, şehri ve ülkeyi sarmalayan ve güçlendiren bir zemin oluşturmaktaydı. Zamanın koşullarına göre geleneksel aile yapısı içerisinde yaşayan insanların, maddi anlamda ciddi sorunlar ve hiyerarşik kısıtlamalar yaşadıkları bilinmektedir. Manevi olarak da birçok ihmalin olduğu tarihin tanıklığıyla ortadadır. Ancak aile içerisinden başlayıp tüm mahalleye yayılan bir otokontrol sisteminin toplumsal barışa katkı sağladığı da bir gerçekliktir. Örneğin her mahallede herkesin bir başkasına kefil olduğu kefalet sistemiyle toplumsal denetim ve sorumluluk ağı kurulmaktaydı. Örneğin bir köyde ya da mahallede, kolluk kuvvetlerine ihtiyaç olmadan, hırsızlık yapan, tacizde bulunan birisinin o köyde bir daha barındırılmaması gibi. Bu örneklerden hareket ederek bir beldenin, kendi içerisinde nasıl güvende olabileceği, ahlaki dengelerini nasıl sağlayacağını görece de olsa görmek mümkündür. Bugün özgürleşen, sanayileşen ve şehirleşen toplum üzerinde böyle bir sistemi uygulamak belki mümkün değildir. O zaman başka denetim ve otokontrol sistemleri geliştirilmelidir. Toplumsal norm sisteminin çöktüğü bugünkü koşullarda bunun yerini, devlet otoritesiyle işbirliği halinde olan bilinçli vatandaş ekseninde doldurmak gerekir.
Geleneksel aile yapısının özelliklerinden bir diğeri ataerkil olmasıdır. Ataerkil aile yapısı erkek egemen aile ortamını ifade eder. Bu yapı Türk toplumunda eski Roma’da olduğu gibi erkeğin (babanın) “ailenin devleti” mesabesinde olması demek değildi. Elbetteki daha esnek bir erkek egemenliği söz konusuydu. Ataerkil Türk aile yapısı, tek ve sınırsız bir erkek egemenliği, kadının sosyal ve çalışma yaşamından tecrit edildiği bir sistem manasına gelmez9. Geleneksel Türk-İslam aile yapısı idealde, istişare kültürüne dayanmak suretiyle erkeğe daha çok sorumluluk yüklemekteydi. Bu sistemde genel itibariyle erkek güç, otorite ve koruyuculuğu; kadın da şefkat ve aile bütünlüğünü temsil etmekteydi. Çok yakın zamanlara kadar erkek egemen olan Türk toplumunda, gerçekte ailenin ekonomik yükünü sırtlanan, çocuklarının terbiye ve sorumluluğunu üzerine alan kadınların sayısı pek de az değildir. Tüm iş ve filleriyle hatta karar alma ve uygulama süreçleri de dahil olmak üzere kocasını gölgede bırakacak karakter ve yapıdaki kadınların örnekleri hepimizin hafızasında mevcudiyetini muhafaza etmektedir. Ancak bu durumlarda bile erkeğin aile içinde ve dışında bir otoritesi, saygınlığı ve ailevi temsiliyeti söz konusuydu. Bu şekilde toplumu ve milleti oluşturan ailenin temsil gücü, duruşu, bütünlüğü ve devamlılığı sağlanmış olmaktaydı. Bu yapı içerisinde eşler arasında saygıya dayalı iletişim, gerilim süreçlerinde eşlerin birbirlerine karşı tahammül gücünün dinamik kalmasını sağlamaktaydı. Ailenin dağılmasını önleyen, sonuna kadar sabretmek manasındaki tahammül kavramı bugün için hamallık olarak vasıflandırılmaktadır. Ancak zamanın bu zorunlu kabullenme ve fedakârlık anlayışı, ailenin bir bütünlük içerisinde ve dirençli olarak yarınlara hazırlanmasını sağlamaktaydı. Günümüzde ise kendi içerisinde birbiriyle çatışan aile fertleri, kısa süreler içerisinde dağılan aile yapılarıyla toplumsal çözülmenin de aynası durumuna gelmektedirler. Eşler arasındaki denge ve ölçü parametreleri çok yüzeysel ve işlevsiz bir hale gelmiş durumdadır. Bu ölçünün öncelikle bir felsefesinin, teori ve pratiğinin olması gerekir. Bunlardan en önemlileri karşı saygı ve toleranstır. Birbirini fıtri olarak kabullenemeyen, birbirini sembolik söz ve davranışlarla yapmacık kalıplara sokmaya çalışarak ilişkileri pamuk ipliğine bağlayan düzenin devamlılık arz etmesi mümkün değildir. Bu yaşam biçimleri ailelerin çözülmesini hızlandırarak hem erkeğin hem kadının hem de boşlukta kalan çocuğun sonraki yaşamlarına “güvensizlik” ve “belirsizlik” olarak yansıyacaktır. Dolayısıyla cıvık bir zemin üzerine inşa edilen aile yapılarından tevellüt eden çocuklar, anne baba terbiyesinden yoksun olarak hayata tutunmak zorunda kalmaktadırlar. Bu şartlarda, maddi ve manevi boşluk içerisinde kalan bu çocukların kendilerini toparlamaları ve toplumun dinamiği haline gelmeleri kolay olmasa gerek.
Günümüz ailelerinde görülen bu çözülmelerin temel nedenini kadının “ekonomik bağımsızlığına” bağlayanlar oldukça fazladır. Bu bir faktör olabilmekle beraber daha ziyade aileyi oluşturan temel yapı taşlarını hem erkeğin hem de kadının yeterince içselleştirememesine dayandırmak daha doğru olacaktır. Başka bir ifadeyle aileyi oluşturan kutsi değerlerin ve bunun felsefesinin kıymetine vakıf olamayan çiftlerin birbirlerine tahammülsüz yaklaşımlarının bir sonucu olsa gerektir. Geleneksel Türk toplumsal yaşamında enfüsi (içe dönük) olan ve mahremiyet taşıyan “aile” bugün genel itibariyle afaki (dışa dönük) bir hal almış durumdadır. Yani ailelerin birçoğu, sosyo-kültürel yapıları, muhafazakâr ya da seküler oluşları fark etmeksizin, iş ve toplumsal yaşamlarında kendi mahremiyetlerine hassasiyet göstermek yerine adeta her adımlarında kendilerini “ötekine” gösterme heves ve yarışı içerisine girmiş durumdalar.
Yozlaşmaya neden olan bir diğer faktör, formal (bir sistematiğe, müfredata bağlı) eğitim sisteminden kaynaklı esneklik ile toplumun eğitim sistemine olan bakış açısındaki değişimlerdir. Aslında Türk eğitim sistemi yasal olarak ve formal düzeyde evrensel ya da ulusal manada oldukça nitelikli içeriklere göre hazırlanmıştır. Ancak eğitim sürecini bir bütün olarak ele aldığımızda olumlu neticelere varmamızı engelleyecek bazı eksikliklerin de olabildiğini görmek mümkündür. Örneğin eğitimdeki yönlendirmeler 11. Sınıfta değil de ortaokullardan itibaren beldenin, şehrin, ülkenin iş ve istihdam alanlarına göre başlatılabilir10. Ders ve sınıf geçme esaslarında da problemler var. Öğrencilerin gerçekte başaramadıkları dersleri yılsonu başarı ortalamasıyla geçebilmeleri gibi. Erken dönemlerde eğittiğimiz ve iş hayatına kazandırdığınız öğrenci erken yaşlarda hem iş ahlakını öğrenecek hem de iş hayatına atıldığından dolayı malayani şeylerle uğraşmaya zaman bulamayacaktır. Ders geçme sistemi yerine sınıf geçme sistemini getirdiğinizde öğrenci birçok derste dersin hakkını veremeyecek, “nasıl olsa ortalamayla geçerim” mantığıyla hareket ederek dersi sabote etmenin çabası içerisinde olacaktır. Diplomayı aldığı zaman da bu dersi başarmış görünmesine rağmen gerçekte bununla ilgili hiçbir bilgi ve yetisi olmayacaktır. Bunların haricinde eğitimdeki en büyük sorunlardan birisi uzun emek ve masraflarla öğrencilere edindirilen meslek eğitimi sonundaki istihdam durumuyla ilgilidir. Maalesef okullarımız Türkiye’nin batı illeri de dahil olmak üzere iş yerlerine gerekli ara elemanı yetiştirememektedir. Bir de özellikle sanayisi olmayan illerdeki meslek liselerinden mezun olan öğrencilerin neredeyse tamamına yakını mezun olduğu alandaki işle değil de başka sektördeki işlerle uğraşmaktadır. Bunun için de nitelikli meslek yönlendirilmelerinin erken yıllardan itibaren ve mümkünse iş garantisi sağlayacak şekilde yapılandırılmasında fayda vardır. Tabi bunun için de velilerin okula, öğretmene mutlak surette güven duyması mesleğin gerekliliğine inandırılması gerekmektedir. Bir de okulların devlet adına bu süreçte özel sektörle işbirliği içerisinde olması gerekmektedir. Bu durumlar göz ardı edildiğinde geleceğe dönük bir projeksiyonu olmayan ve aldığı eğitim sonunda ne olacağına dair belirsizlikle yetişen öğrenci, eğitim ortamının niteliğini bozmaya yönelik hareketler içerisinde olabilecektir.
Bununla beraber eğitimde yeterince başarı sağlanamamasının nedenlerini aile, çevre ve küresel faktörlerden bağımsız olarak ele almak mümkün değildir. İlk olarak aileden başlamak suretiyle devletin belirlediği eğitim sisteminin, toplumun ve devletin ihtiyaçlarına göre toplumla barışık halde planlanması gerekmektedir. Başka bir ifadeyle devletin belirlediği eğitim sisteminin Türk toplumunun talepleri ve dünyadaki gelişmelerle örtüşmesi gerekmektedir. Türk toplum yapısı ve kültürüne zararlı unsurlarla mücadele eden ancak evrensel bilim ilkeleriyle ilintili bir eğitim sistemi kurgulanmalıdır. Bu sitem çocukların erken yaşlarından itibaren onların ilgi ve istidatlarına göre ve hiçbir ferdin sistem dışında tutulmasına müsaade etmeyecek, azami faydayı sağlamaya yönelik bir içerikte olmalıdır. Bu şekilde neslin erken yaşlardan itibaren kabiliyetine göre ülkeye katma değer kazandırması ve toplumuyla barışık bir şekilde yaşaması sağlanmış olur. Aksi halde bu akademik yönlendirmeyi, planlamayı geç yaşlara bıraktığımız ve öğrencilere seçme olanağını kısıtladığımız taktirde ahlaki yozlaşmaya da çanak tutmuş oluruz. Yaradılış olarak farklı ve çok yönlü kabiliyetlere sahip olan gençleri belli ve mecburi alanlara yönlendirmek; yetenekleri körelmiş bir toplum demektir. Bu yapı okul yıllarında istemediği dersi almakla başlayarak, okuldan sonra da istemediği işi yapmak zorunda kalan çelişkili insan tipini ortaya çıkarmaktadır. İstikrarsız ve istidatsız iş gücü hem yeterince kazanamayan hem de nitelikli üretmeyen insan demektir.
Eğitim sisteminin topluma yansıyan aksaklık nedenlerinden birisi de öğrencilerin ortaokul ve lise yıllarından itibaren istemediği ve daha önceki öğrenim yıllarında başaramadığı dersleri kendilerine tekrar tekrar dayatılmasıyla ilgilidir. Bu şekilde öğrenci, teoride ve uygulamada başaramadığı derslerle karşılaştığında güvensiz ve isteksiz davranışlar içerisinde olacaktır. Bu tür öğrenciler kendisini bir şekilde ifade etmek isterken ister istemez kendisine veya çevresine zarar verebilmektedirler. Bu durum öğretmen performansıyla diğer öğrenci gruplarını olumsuz etkileyerek akademik başarılarının düşük olmasına sebep olmaktadır. Bu şartlar içerisinde yetişen öğrenciler mevzuatın kendilerine sağladığı kolaylıklarla ama pek bir şey öğrenemeden yani işinin ehli olamadan diplomasını alabilmektedirler. Bu şekilde liseyi bitiren geçlerden bir kısmı yine akademik erişilebilirliği çok zor olmayan üniversitelerde 4-5 sene daha geçirdikten sonra hayatını, ekmeğini kazanmanın peşine düşeceklerdir. Üniversiteden sonra da istediği iş imkanına kavuşamayan insanlar, kendi eğitim alanlarına göre iş bulamadıklarından istemeyerek de olsa geçici işlerde çalışmaya başlayacaklardır. Dolayısıyla bu durum kendileri için zaman, ülke için de enerji kaybı demektir. Bu olumsuz döngünün kırılması için ailelerin eğitim kurumlarıyla işbirliği içerisinde çocuklarını belli mesleklere ya da akademiye yönlendirmeleriyle yakından alakalıdır. Bunun gerçekleşmesi için de insanların bir hayat felsefesi geliştirmeleri ve devletin bunu destekleyecek mikro ve makro düzeyde eğitim politikalarını hayata geçirmesi gerekir. Aksi halde erken yaşlarda kendi mecrasına bırakılan insanoğlu ilkesel olanı değil de nefsani yaşamı tercih edecektir. İlkesel olan görünürde daha zor, ağır, dar, sınırlı ve girift gözükebilir. Ancak gerçekte daha kolay, daha güvenli, daha geniş ve meşru zeninde istikrarla yol almak demektir. Çünkü insan yaşamından elde edilen tecrübe, geçmişte yaşanan “zevklerin” bugün için “elem”; geçmişte yaşanan “elemlerin” de “zevk” verdiğini ortaya koymaktadır. Eğitimle ilgili bu kısımdan çıkaracağımız sonuç ise kâinatın en şerefli varlığı olan insanın erken yaşlardan itibaren çift taraflı bir eğitime tabi tutularak hayatın meşru tatlarını yaşamasına ortam hazırlamak, malayani işlerle uğraşmasına zaman bırakmamak gerektiğidir. Çünkü insanoğlunun bu dünyadaki en önemli vazifelerinden birisi ihya ve inşadır. Hayat ise bunun için pek de uzun değildir.
Eğitimdeki yozlaşmanın nedenlerinden birisi belki de birincisi toplum olarak eğitime bakış açısının değişmesiyle alakalıdır. İnsanların, ailelerin eğitim ve öğretmene olan bakış açılarında eskiye nazaran ciddi değişimler gerçekleşmiştir. Yakın geçmişe kadar öğrencisini öğretmenine emanet eden veli “eti senin kemiği benim” diyerek eğitim ve öğretmene olan güven ve teslimiyet duygusunu ortaya koymaktaydı. Bu durum öğrenci davranış değişikliği ve başarısında önemli parametrelerden birisiydi. Bu gün ise toplumda eğitime ve eğitimciye olan bakış tarzı eski değer ve zaviyesini yitirmiştir. Daha “anaç” ve tamamen korumacı reflekslerle hareket eden bazı velilerin, “üzüm yemek” yerine “bağcıyı döğmek” anlayışıyla hareket ettikleri görülmektedir. Çocuklarının neyi niçin yaptığını sorgulamadan kendisi ve öğrencisiyle bir cephe oluşturarak eğitimcinin üzerine gidilmesi, öğretmenlerin işine odaklanması, moral ve motivasyon kaybına sebep olabilmektedir. Bu durum çocuğun da aile ve öğretmen arasında ikilemde kalmasına sebep olmaktadır. “Eti senin kemiği benim” diyen felsefe, biz aynı taraftayız demekti. Öğrencimin menfaatine olacak her konuda tüm yetki sizindir demekti. Zaten bir muallim ve münevver olan öğretmenin tarafı her zaman öğrencisinin yanı olmuştur. Bu dün nasıl idiyse bugün de aynısıdır. Gelinen noktada bu problemin nedenlerinden diğeri insanların her şeyi bildiklerini zan etmeleriyle alakalıdır. İnsanlar küçük bilgi kırıntılarıyla gerçekten fikir sahibi oldukları zehabına kapılabilmektedirler. İnsanlar internetten ya da sosyal medyadan edindikleri yarım yamalak birtakım sanal bilgilerden hareketle tüm profesyonel meslek gruplarına ders verilir hale geldiler. Bu profildeki insanlar öncelikle kendisine değil de ötekine odaklanarak işini ona öğretme anlayışına bürünmüştür. Bilmeyen, bilmediğini de bilmeyen ama bildiğini zanneden bu insanlar öğretmene, siyasetçiye, hocaya, doktora, sporcuya ders verir hale geldiler. Olayların içeriğine vakıf olmadan, gerçek nedenlerine inmeden ortaya koyulan bu özgüven tavrı aslında cehaletin pazara çıkarılmış halidir. Toplumda ulaşılan görece maddi zenginlik ile toplumsal mevki sayesinde her şeyin satın alınabileceği veya yargılanabileceği düşüncesinin işleyişe hâkim olduğu görülmektedir. Bu tip insanlar parayla aklı, bilimi, bilgiyi hatta görgüyü satın alınabileceği zannetmektedirler. Makamla da tüm işinin ehli insanları, iğfal ve ilzam edeceklerini düşünmektedirler. Böyle olunca da evrensel ahlak ilkeleri kişiye, kişinin makamına, ekonomik durumuna ya da yaşam biçimine göre ayrı ayrı anlamlandırılarak ötekine dayatılır hale gelmiştir. Bu da toplumda çapraşık insan ilişkileri ve davranış biçimleriyle, çekingen, verimsiz insan tipleri ortaya çıkarmaktadır. Oysa hem geleneksel kültürümüzde hem de evrensel ahlak anlayışında kavramlar aynı amaca hizmet edecek şekilde organize edilir ve uygulanır. Günümüzde toplum olarak geldiğimiz noktada birçok ahlaki kavramın içeriği boşaltılmış, İslam Diniyle ilgili olan birçok hassas konu adeta protestanlaştırılmıştır. Birçok değer, ahlaki norm, kavram, simge, söz, görüntü olarak sembolik formunu korumakla beraber gerçek yaşamda ciddi bir yozlaşma ile tezahür etmektedir. Bunun yansımalarını toplumsal yaşamın her alanında eğitimde, ticarette, trafikte, sokakta, parkta, pazarda, otobüste; şehirde, köyde insanın var olduğu tüm ortak yaşam hatta mahremiyet alanlarında görmek mümkündür. Evet, zaman değişmekte ve teknoloji tüm kalıpları kırarak hızla gelişmektedir. Bilgi ve teknoloji kimi insanları bilmedikleri namütenahi alanlara taşıyarak onlara farklı ufuklar kazandırmakla beraber; kimilerini de sırtına alarak uçurumun kenarına taşımaktadır. İçerisinde bulunduğumuz kültür bizlere, zaman geçse, bilgi ve teknoloji gelişse de değişmeyen temel ilkelerimizin olduğunu öğretmiştir. Değişim içerisinde değişmeyen, değişimi derinleştiren, geliştiren ve anlamlandıran milli ve ahlaki ilkeler.
Gerek eğitim süreçlerinde gerekse gündelik yaşamda gelişen ikili ilişkilerde diyalogların şirazeden çıkmasını engelleyecek çok az bir etki alanı kalmıştır. Ne ahlaki normlar ne de yasaların amir hükümleri çeldirici olma yetisinde değildir. İnsanlar en ufak iş ve işleyişte bile makamını, servetini refere ederek karşısındakine baskı oluşturmayı maharet sanır olmuşlardır. Hele de ufak bir gerginlik anında hemen aba altından sopa gösterilerek işler “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” noktasına taşınabilmektedir. Bu işleyiş biçimini gündelik hayatın tüm ilişkilerinde görmek mümkündür. Bu baskı mantığı çalışma hayatında aktör konumunda olan insanları pasifize etmekten başka bir işe yaramamakla toplumsal barışa da zarar vermektedir. Örneğin günümüzde eğitim sistemi içerisinde yazılı mevzuatta yer almasına rağmen herhangi bir olumsuz öğrenci davranışına müdahale edildiğinde velilinin koşulsuz tepkisiyle karşılaşılabilir. Çocuğun bir davranış bozukluğu ya da ahlaki sorununa müdahalede bulunan öğretmene birçok veli, “senin işin bu değil” ya da “sen benim çocuğumun ahlak bekçisi misin?” tepkisini rahatlıkla gösterebilmektedir. Oysaki eğitim sadece “öğretmekten” ibaret olmayan kasıtlı bir terbiye metodudur. Eğitim, eski ifadesiyle “talim ve terbiye” anlayışını içerisinde barındıran çift yönlü bir sistemdir. Talimle öğretimi, terbiyeyle öğrencinin davranışını hedef alır. Bu sistem her ülkenin kendi eğitim politikası ve değerler yargılarına göre dizayn edilir. Bunlardan birisinin eksik olması bir kuşun tek kanatla uçurulmak istenmesine benzetilebilir. Eğitim sistemi ilimi icaplarına göre verilmediğinde işinin ehli olmayan, terbiye kısmını eksik bırakıldığında ise iş ahlakından yoksun bireyler toplumsal yaşama kotarılmış olur.
İnsanlara gerekli objektif şartlar sağlandığında ve hukuka uygun olarak eşit davranıldığında genel ahlak kuralları da daha iyi işleyecektir. Gerek Türk kültür tecrübesi gerekse insanlık ortak aklının ürünü bunu ortaya koymaktadır. Aksi halde insan insanın kurdudur mantığıyla hareket edilip, adil bir yaşam ve iş vasatı dizayn edilmezse herkes kendi gücü nispetinde kendi sistemini “ötekine” empoze etmeye çalışır. Herhalde günümüzün en ciddi yozlaşma biçimlerinden birisi bu olsa gerektir. Nasıl insanoğlu kâinatın küçük bir cüz’i ise, toplum da birey ve ailenin bir nevi yansıması, aynasıdır. Sütün kaymağının sütten olması gerçeğinden hareketle eğer toplumda düzgün işleyen iş ve ahlak ilişkileri varsa bu bireyin, ailenin ve eğitim sisteminin kendisiyle alakalıdır. Ağaç yaş iken eğilir mantığından hareketle ilk olarak yön ve istikameti belirlemek lazımdır. Bu istikamet öncelikle sağlam ve ilkeli bir hayat felsefesinin, bu felsefeyi hayata geçirebilecek toplumsal bir vasatın oluşturulması sayesinde, yozlaşmanın da yozlaşacağı bir yaşam standardı oluşturulacaktır.
Yayına Hazırlayan: Dursun Cemal ÖZCAN
Bu icerik www.caykaragazetesi.com alintidir.